Ekonomi Notları - 46
Ömer Madra: Günaydın Hasan...Şimdi; biz bu Bağdat meselesini hallettik senin yokluğunda ve heykeli de indirdik. Onun için Türkiye’ye dönebiliriz rahatlıkla.
Hasan Ersel: Tamam. Ben de söz veriyorum; bulacağım kitle imha silahlarını!
ÖM: Sen bu ekonomik büyüme esrarını da günün birinde çözeceğine, sebeplerini bulacağına söz vermiştin.
HE: O konuda epeyce ilerleme kaydettiğimi söyleyebilirim. Örneğin o rakamlar konusundaki kuşkuları paylaşanların sayısı çok arttı. Bu hafta bir temasım daha olacak, belki gelecek hafta birşeyler söyleyebilirim.
ÖM: Memnuniyetle. Peki o zaman esas konu olarak herhalde bu IMF ile yapılan stand-by’ın -4'üncü ayağı mı diyelim ona- 4'üncü görüşmeleri tamamlandı ve "Çok iyi yolda Türkiye" gibi ifadeler de kullanıldı, Horst Köhler’den öyle bir demeç haberini gördüm. Nasıl gidiyor IMF ile Türkiye’nin program konusundaki ilişkileri? Ve Türkiye’nin ekonomik programının uygulanması meselesi üzerinde biraz duralım istersen.
HE: Evet. Nihayet hükümet niyet mektubunu Uluslararası Para Fonu’na iletti. “Nihayet” diyorum çünkü çok gecikti verilmesi... Bir kısmı hükümetin iradesi dışındaydı; seçim oldu, iktidar değişti… Ama bir kısmı bu hükümetin döneminde şu veya bu nedenle, haklı ya da haksız, sürecin uzatılması, ya da uzaması nedeniyle oldu. Bu durum, tabii, çok büyük belirsizlik yaratıyordu. Çünkü, taraflar ne derse desin, belli bir tarihte bir yere imza atmanız gerekirken atmadığınızda “anlaşmazlık var” diye düşünülür. Herkes de buradan “bir terslik çıkabilir” diye düşünüyordu.
Biraz spekülasyon yoluyla şunu söyleyebilirim: Bu gecikmenin bir önemli nedeni hükümetin Amerika’yla olan pazarlığının sonucunu IMF ile olan ilişkisinde kullanmak istemesiydi.
ÖM: Nasıl, biraz açımlar mısın?
HE: Hani 8 milyar dolarlık paket vardı ya, ABD’nin Türkiye’ye vereceği…destek karşılığında...
ÖM: Evet, savaşa destek.
HE: Hükümet bu kaynaktan yararlanmayı umarak IMF’nin koşullarını yumuşatmayı düşündü, öyle bir stratejiyle oyuna girdi. Bence baştan kaybetmeye mahkum bir stratejiydi. Çünkü hemen şunu gördük: IMF tavrını değiştirmedi ve Amerika, desteğini IMF ile olan uzlaşılan programın devamı koşuluna bağladı. Beklendiği gibi… Yani ABD normal olanı yaptı…
Bunun da iktisadi rasyoneli çok güçlü. Çünkü o destek bir şoka karşı idi (siyasi boyutunu bir kenara bırakıyorum). Türkiye bir şok ile karşılaşıyor. Onun olumsuz etkisini giderebilmek için önerilen bir destek programıydı ABD’nin sunduğu. Oysa IMF ile sürdürülen program Türkiye ekonomisinin yapısal, süreklilik kazanmış sorunlarını temizlemeye yönelikti. İlgisiz olaylar olduğu için de bu strateji yürümedi. Yürümeyince de vakit kaybedilmiş oldu. Sonuçta bu niyet mektubuyla,kaba hatlarıyla baktığınızda, IMF ile daha evvel üzerinde anlaşma sağlanan her konu tekrardan onaylanmış oldu. Değişen bir şey olmadı, sonuç itibariyle kaybettiğimiz vakitle kaldık.
Ankara gözlem altında
Yalnız bir şey değişti. IMF, “biz arada bir geleceğiz, görüşeceğiz, şu dilimi serbest bırakacağız” derken ondan vazgeçti. “Biz sık sık burada dolaşacağız, öyle dilim dilim değil, bayağı ince zar biçiminde parayı serbest bırakacağız” dedi. “İki ayda bir gelip sizin ne yaptığınıza yakından bakacağız” diye bir koşul koydu.
Bu koşul bir açıdan bakıldığında, “IMF kesinlikle bu hükümete güvenmiyor, güvenmediği için de neredeyse haftada bir gelecek” diye yorumlanabilir. Abartarak söylüyorum… Açıkçası bu gerekçe bir dereceye kadar söz konusu. Bu kadar deneyimden sonra IMF bu kaynakları çabuk serbest bırakmak istemiyor. Ama bir başka olay daha var; bundan evvel verilen taahütlerin niteliği, yasaları yürürlüğe sokmak, meclisten yasa geçirmek gibi sıklığı düşük olaylardı. Bir yasa geçer, ondan sonraki yasa bilmem kaç ay sonra geçer gibi. O arada da fazla birşey olmaz. Ama şimdi öyle pek birşey kalmadı. Ortada toplam bir iki yasa var, kalanların hepsi idari karar ve uygulama. İşin mantığı da sık sık görüşmeyi gerektiriyor. Anlatabiliyor muyum?
Dolayısıyla bu olayı sadece güvensizlik diye açıklarsak biraz haksızlık yapmış oluruz. Olayın niteliğindeki bu değişmeyi de gözönüne almak lazım. Ama yineleyim. İlk nokta da geçerli, IMF de durup dururken “Aferin, şunları şimdiye kadar yaptınız, alın 1,5 milyar dolar” demek istemiyor. Her olayı yakından görmek istiyor.
ÖM: Bu önemli bir değişiklik aslında.
HE: Ciddi bir değişiklik. Bu bir sorun yaratır mı? Şimdi eğer bir defada bir 1,5 milyar dolar gelseydi ve hükümet bunu sadece borç indiriminde kullansaydı, etkili iç borç indirimi yapabilirdi… Ama sözünü ettiğimiz kaynak da 1,5 milyar dolardan ibaret…Çok büyük bir miktar değil. Şimdi böyle bir olanak yok. Fakat bunun bence pek zararı da yok. Çünkü borç stokunu böyle düşürerek kazanılacak fazla bir şey yok aslında. Aslında Türkiye’nin problemi, hükümetin iktisat politikasının sürdürülebilirliğine olan genel güvensizlik nedeniyle, reel faizlerin çıktığı yerden inmemesi. O yüzden bir miktar borç ödeseniz de durum değişmeyecek… Çünkü ben güvenmiyorum ki, “ya yarın fikrini değiştirirse hükümet”, diye düşünüyorum.
[Bu arada söyleyeyim, güvensizlik derken hükümetten söz ediyorum. Örneğin Merkez Bankası’na olan güven, herhalde tarihin en yüksek noktalarında. Hükümet, “öyle mi yapacak böyle mi yapacak” diye bir kaygı var.]
ÖM: Yani yine kredibilite, inandırıcılık, saygınlık meselesi.
HE: Tabii, tabii. Ama çok önemli bir nokta var. Saygınlık borç stokunu düşürerek sağlanamaz. Bir örnek vereyim: Benim sana borcum var. Sen de bana itimat etmiyorsun. Çünkü çalışıp para kazanmıyorum. Bu borcumun bir kısmını, o gün tesadüfen bana havadan bir para geldiği için ve tanıdıkların arasında sen bana borcumu hatırlattığın için "Hay Allah" deyip veriyorum. Bu durumda sen benim bu davranışıma dayanarak “Eh yola geldi işte, gider artık para kazanır” diye düşünür müsün? Diyeceksin ki, “Nasıl olduysa utandı. Para da geçmiş eline. Bunlar bir araya gelince tesadüfen ödedi, yarın gider yine yatar arka üstü ve bunun sonunda yine bana borcunun kalanını ödeyemez.”
Bir de tersini düşünelim. “Tamam borcum var ve görüyorsun ki ben ciddiyim, çalışıyorum, uğraşıyorum, o borcu ödeyecek parayı elde ediyorum.” O zaman, “Tamam, mesele yok, ödeyecek bu,” diyebilirsin. Bana güven duyabilirsin. İkisi arasında çok büyük fark var.
Saygınlığı sağladığınız zaman reel faizi düşürebilirsizin, çünkü risk primi düşüyor. Bu borç stokuna o kadar bağlı değil.
Nasıl bir vicdan muhasebesi bu?
ÖM: Evet, bu inandırıcılık, kredibilite, saygınlık, adına ne dersek diyelim, o kavram belki bu programın, Hasan Ersel’le Ekonomi Notları programının anahtar kelimesi olmaya devam ediyor.
HE: Evet ediyor, ısrarla da aynı şeyi söylüyorum. Ama bu boş bir laf değil, hani "Ayağımı kırdım" dediğinizde "strestendir" diyorlar ya… Saygınlık, bu biçimde kullanılan “stres” gibi boş bir kavram değil. Bunun arkasında bir ilişkiler, davranışlar bütünü var…
Bütün nokta şu, saygınlık bir süreç içinde kazanılan ve korunan bir şeydir. Şok nedeniyle bir saygınlık zedelenmesi olabilir. Ama genelde saygınlık davranışlarla ilgilidir. Temel sorun da saygınlığı sağlamanın sürekli bir eylem olmasında yatar…Bir defalık değil…
ÖM: Belki burada pek ünlü ve pek sık kullanılan bir başka kavramı, sürdürülebilirlik kavramını da eklemleyebiliriz. Uzun vadeli bir şey olması gerekiyor, sürdürülebilir bir kredibiliteden bahsediyoruz aslında.
HE: Evet, öyle olması lazım. Saygınlığın en ilginç tarafı şudur: Sürekli eylem yaparak, olumlu eylem yaparak sağlanır ve korunur; bir hatayla da kaybedilir.
ÖM: Evet. Berbat bir iş.
Mustafa Arslantunalı: Fakat bu sürdürülebilirlik konusunda da büyük bir rekor kırmış değil miyiz, enflasyonun sürdürülebilirliği konusunda?
HE: Evet, o da ilginç bir öykü. Hem enflasyonu sürdürdük, hem büyüdük arada. Dolayısıyla sorun şu: Bir toplum nasıl bir vicdan muhasebesi yapıp, yaşamının nemalarını bugüne toplayıp, bütün cefalarını çocuklarının sırtına yüklemeyi becerdi bu kadar süre? Bu düşünülmesi gereken bir şey. Belki de hiç düşünmediğinden olmuştur, o da olanaklı.
ÖM: Peki, şimdi çok da olumsuz bir yankısı olabilecek gibi, kısa ve orta vadedeki gelecek açısından söylüyorum, bu IMF niyet mektubu, stand-by antlaşmaları süreci içinde bu denetimlerin sıklaştırılmasının o kadar da kötü bir sonuç vermeyeceği gibi bir sonuca da varabiliyoruz.
HE: Benim düşüncem öyle. Fakat başka insanlarda "acaba bu kadar sık denetim olunca, pek güven yok” hissi doğar mı kaygısı da var. Bunda bir doğruluk payı olduğunu kabul etmek gerek… Ama bence işler doğru yolda gittiği, hükümet doğru adımlar attığı müddetçe bu olmaz. Yahut ilk bir iki ayda biraz olsa bile ondan sonra rahatlarlar diye düşünüyorum. Şu andaki olayı ben olumlu görüyorum.
ÖM: Bir de yan unsurlar var, Hazine Müsteşarının görevden alınması, yerine İstanbul Belediyesi’nden birisinin getirilmesi söylentileri?
HE: İşte riskler hemen öyle başlıyor zaten. Hemen bunun arkasından saygınlık yitirici eylemlere başladığınız zaman korkulan olur.
Cemaatlerde olur, cemiyette olmaz
“Bir ülkede üst düzey bürokrat hiçbir zaman değiştirilemez" demek istemiyorum. Tabii değiştirilebilir. Ama bir kere adabına uygun bir biçimde yapılır. Bakan çıkıyor birşeyler söylüyor, arkasından daha garip açıklamalar geliyor… İkinci olarak böyle bir konuma getirilen insanın en az ayrılan kişi kadar olaylara vakıf, ehil olduğunun kabul edilmesi lazım. Bu çok önemli… Yani, "Biz biliyoruz, o iyidir," demekle olmaz, o cemaatlerde olur. Cemaatte insanlar birbirini tanır, "Bakın Ahmet Bey iyidir," dediğiniz zaman herkes tanıdığı için, "A evet, iyidir" derler. Cemiyetlerde, yani insanlar arasında anonim ilişkilerin önemli olduğu durumlarda, kişinin geçmişinde neler yaptığı önemlidir. (Tabii konuyla ilgili olarak. Kişi çok iyi şeyler yapmış olabilir, o ayrı birşey. Burada bir kişinin insan olarak iyi olup olmadığı tartışılmıyor.) Ona bakılır… O kişi işe başladıktan sonra da görevine ilişkin saygınlığını ancak eylemleriyle sürdürebilir. Cemiyetlerde başka türlü olmaz…
Bana Hazine Müsteşarının görevden alınması süreci iyi yürütülmüş gibi gelmiyor. Bir sıkıntı daha yaratıyor. Üstelik bunlar ilerisi için de malzeme oluyor. “Burada böyle davrandıklarına göre bundan sonra da böyle yaparlar” yargısının doğmasına yol açıyor… Bu girişimi beğenmediğimi söyleyebilirim.
ÖM: Evet, peki bir de biraz önce Mustafa Arslantunalı’nın sözünü ettiği enflasyon üzerinde ne söylenebilir bir, iki kelimeyle?
HE: Orada enteresan bir olay var. Enflasyon rakamları yüksek, Mart ayını söylüyorum. TEFE -toptan eşya- %3.2 çıktı. Tüketici fiyat endeksi, %3.1 çıktı. Şimdi buna bakınca bunlar beklenenden de yüksek. Bu işle ilgili tahminler yürütenlerin bekleyişinin üstünde. Yalnız bir nokta var, özel imalat sanayii fiyat endeksi, ki bu çekirdek enflasyondur, o da %1.6, bu düşük. Uzun vadede enflasyonu belirlemede en önemli olan bu endeks çok artmadı. O yüzden enflasyonda trajik bir değişme var demek olanaklı değil.
Fiyat artışı gıdadan geldi, o garip. Onun üzerinde düşünmek lazım, bakmak lazım. Çünkü beklenmedik derecede yüksek çıktı gıda fiyatlarındaki artış. Üstelik toptan eşya fiyat endeksinde tarım bileşeninde de yüksek çıktı. Burada bir...
ÖM: ...belirsiz nokta var.
HE: Evet, daha bakılması gereken. Tarımdan gelen etki temizlendiğinde enflasyonda bir tehlike görünmüyor.
Ama bir olumsuz nokta daha var: Yılbaşından bu yana toptan eşya fiyat endeksi %12.4 arttı. Oysa hükümetin bekleyişi (hedef değil) bu yıl sonunda bu endeksin %16 artacağı biçimindeydi. Bu artık olanaklı değil. Daha 3 ayda %12.4. Öte yandan hedef olarak alınan tüketici fiyatlarındaki artış, yıl sonunda %20 olacaktı. Oysa 3 ayda %8.2 oldu. Yıl sonu hedefinin tututurulabileceğine artık, bu konuda görüş beyan eden, hiç kimse inanmıyor. Dolayısıyla burada bir sorun, ciddi bir sorun var. Enflasyon hedeflerinin tutmayacağı açık. İç borçla ilgili de kaygılar var. Hükümetin her an riski artırıcı kararlar alabileceği izlenimi hakim. Böyle olunca borcun ancak daha yüksek enflasyonla çevrilebileceği, dolayısıyla enflasyonun yükseleceği hissi doğmaya başladı. Hatta bunu yazanlar da oldu. Bence bu ayın enflasyon rakamlarının ortaya koyduğu en önemli sonuç, enflasyon hedefleri tutmayacak fikrinin yerleşmesine yol açması...
(10 Nisan 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)